YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
Esas Numarası: 2023/818
Karar Numarası: 2025/136
Karar Tarihi: 19.03.2025
SAYISI : 2019/289 E., 2021/431 K.
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 13.03.2017 tarihli ve 2015/1765 Esas, 2017/3428 Karar sayılı BOZMA kararı
1. Taraflar arasında tapu iptali ve tescil davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Antalya 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine ilişkin karar davacı ... Hazinesi vekilinin temyizi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı ... Hazinesi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği düşünüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi
4. Davacı ... Hazinesi vekili dava dilekçesinde; eski 800 parsel sayılı taşınmazın 1957 yılında yapılan tapulama çalışmaları sırasında şahıslar adına tespit ve tescil edildiğini, taşınmazın koruma imar planında birinci derece doğal sit alanında kaldığını ve aynı zamanda bataklık, sazlık niteliğinde olup, devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden bulunduğunu, miktar fazlasının müvekkili adına tescili gerektiğini, taşınmazın imar görerek 6113 ada 1, 6114 ada 5, 6115 ada 3, 6152 ada 16, 6153 ada 5 numaralı parsellerin oluştuğunu ileri sürerek belirtilen taşınmazların tapularının iptal ile müvekkili adına tesciline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı Cevabı
5. Bir kısım davalılar vekilleri cevap dilekçelerinde; 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun (3402 sayılı Kanun) 12/3 maddesindeki on yıllık hak düşürücü sürenin geçtiğini, müvekkillerinin tapu siciline güvenerek taşınmazı satın almaları nedeniyle iyiniyetli malik olduklarını, dava konusu taşınmazların imar uygulaması sonucu oluşturulması ve imar işlemlerinin iptali yönünde alınmış bir karar bulunmaması nedeniyle açılan davanın yasal dayanağının bulunmadığını, taşınmazın sit alanı içerisinde kaldığı iddiasının ise doğru olmadığını belirterek davanın reddini savunmuşlardır.
İlk Derece Mahkemesi Birinci Kararı
6. Antalya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 02.04.2009 tarihli ve 2006/125 Esas, 2009/120 Karar sayılı kararı ile; davalılardan ..., ..., ... ve ...'ın dava konusu taşınmazlarda hissedar olmadıkları gerekçesiyle bu davalılar hakkında açılan davaların pasif husumet yokluğu nedeni ile reddi; diğer davalılar yönünden ise dava konusu taşınmazların tapu kayıtlarının 1957 yılında yapılan tapulama çalışmaları neticesinde oluşturulduğu ve tapulama tutanağının 21.03.1958 tarihinde kesinleştiği, bu tarihten itibaren dava tarihine kadar 3402 sayılı Kanun’un 12/3. maddesindeki on yıllık hak düşürücü sürenin dolduğu, davacının iddiasının ise tapulamadan önceki hukuki sebeplere dayandığı, esasen 800 parsel sayılı taşınmazdan imar uygulamasıyla ifrazen oluşturulan imar parsellerinin bulunduğu alanın doğal sit alanı ve Yamansaz Bataklığı içerisinde kalmadığı, bu durumun düzenlenen bilirkişi raporlarıyla sabit olduğu, 800 parsel sayılı taşınmazın imar uygulamasına girmeyen 21420 m2’lik kısmının doğal sit alanı ve bataklık olduğu tespit edilmişse de bu kısım yönünden de hak düşürücü sürenin dolduğu, ayrıca imar parsellerinin de 800 parsel sayılı taşınmazdan oluşturulması sebebiyle tüm taşınmazlar yönünden on yıllık hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Birinci Bozma Kararı
7. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı ... Hazinesi vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
8. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 21.06.2010 tarihli ve 2010/3604 Esas, 2010/7223 Karar sayılı kararı ile;
“…Dava, tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Mahkemece, 3402 Sayılı Yasanın 12/3 maddesine ilave yolu ile bazı düzenlemeler getiren 5841 Sayılı Yasa gözetilerek davanın reddine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Bu yöne değinen hazinenin temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine.
Ancak, her dava açıldığı tarihteki koşullara bağlıdır. Bir taraf dava açıldığı andaki mevzuata ve içtihat durumuna göre davasında haklı olduğu halde dava açıldıktan sonra yürürlüğe giren (geçmişe etkili) yeni bir yasa hükmü ya da İnançları Birleştirme Kararı gereğince davayı kaybederse yargılama giderlerinden sorumlu tutulamaz. Anılan bu kural yasal ve yargısal uygulamada kararlılık kazanmıştır. (Baki Kuru, Hukuk Usulü Muhakemeleri 5. cilt, sayfa 5338, dipnot 159; 10. H.D. 21/12/1976, 8770/8739 ve dipnot 160: 5. HD 12/09/1977, 5445/5655 dipnot 161: 10.HD 24/02/1976, 6296/1297).
Hal böyle olunca; yapılan uygulama neticesinde dava tarihinde davacı hazinenin davasında haklı olduğu gözetilerek yargılama giderleri ile avukatlık ücretinden ve maktu harçtan davalı tarafın sorumlu tutulması gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir,…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
İlk Derece Mahkemesi İkinci Kararı
9. Antalya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 14.06.2011 tarihli ve 2011/9 Esas, 2011/150 Karar sayılı kararı ile bozma kararına uyulmuş ve davanın reddine, harç, yargılama gideri ve davacı vekili için takdir edilen vekâlet ücretinin davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
Özel Daire İkinci Bozma Kararı
10. Mahkemenin yukarıda belirtilen ikinci kararına karşı süresi içinde davacı ... Hazinesi vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
11. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 13.03.2017 tarihli ve 2015/1765 Esas, 2017/3428 Karar sayılı kararı ile;
“…Hemen belirtilmelidir ki, Mahkemenin kararı 5841 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 14.03.2009 tarihinden sonra verilmiş olup; bu Kanunun 2. ve 3.maddeleri ile getirilen yeni düzenlemelere dayanılarak oluşturulmuştur.
14.03.2009 tarihinde yürürlüğe giren 25.02.2009 günlü 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un 2.maddesi ile 3402 Kanunun 12.maddesinin 3.fıkrasına eklenen cümlede: "Bu hüküm iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet ve diğer Kamu Tüzel Kişileri dahil tarafların sıfatına bakılmaksızın" ve 3.maddesi ile aynı Kanuna eklenen geçici l0.maddesinde ise; “Bu Kanunun 12.maddesinin 3. fıkrası hükmü devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır.” şeklindedir. Bu değişiklik nedeniyle bu yasanın yürürlük tarihinden sonra Hazine'nin açtığı davalarda da 10 yıllık hak düşürücü süre uygulanmaya başlanmıştır.
Ne var ki, Yerel Mahkeme kararının temyizi aşamasında Anayasa Mahkemesi’nin 12.05.2011 gün ve 2009/31 E. 2011/77 K. sayılı kararıyla; “25.02.2009 gün ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesiyle 21.06.1987 günlü 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümlenin ve 3.maddesiyle 3402 sayılı Yasa’ya eklenen Geçici 10. maddenin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve iptaline” karar verilmiş ve bu iptal kararı 23.07.2011 tarihli Resmi Gazetede yayımlanmıştır.
Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile idari makamlar, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıktır.
Diğer taraftan 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 33.maddesinde yer alan “Hâkim, Türk hukukunu resen uygular” hükmü ile ifadesini bulan yasal ilke gözetildiğinde; Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararlarının derdest dosyalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
Öyle ise, kesin hüküm halini almamış ve kazanılmış hakkın istisnasını teşkil eden bu durum karşısında Anayasanın 153. maddesine göre iptal kararı geriye yürümezse de 10.03.1969 gün ve 1/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararının gerekçe bölümünde belirtildiği üzere iptal, kesin şekilde çözüme bağlanmış uyuşmazlıkları etkilemez ve henüz anlaşmazlık hali devam ediyorsa iptalin kapsamına girer. Bu durumda davanın hak düşürücü süreden reddine ilişkin kurulan kararın Anayasa Mahkemesi’nin anılan iptal kararından sonra doğru olduğu söylenemez. Zira kamu düzeninin söz konusu olduğu bütün haller istisnanın kapsamına girer.
Hal böyle olunca, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararı sonucu oluşan durumun eldeki maddi anlamda kesinleşmemiş ve derdest olan davaya da uygulanması zorunlu olup, kamu malları ile ilgili davalar aynı zamanda kamu düzeni ilkesini de içermektedirler. Bu nedenle Mahkemece, yukarıda açıklanan ilkeler doğrultusunda Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni yasal durum dikkate alınarak, inceleme yapılıp sonuca ulaşılması gerektiğinde kuşku bulunmamaktadır.
Somut olayda; iddia ve savunma çerçevesinde taraf delillerinin eksiksiz toplanmak suretiyle incelenerek değerlendirilmesi, dava konusu parselin ifrazen gittiği parsellere ait tapu kayıtları ve tedavülleri ile bağlı tüm dosyalar getirtilerek bu tapu kayıtlarının da iptali istenildiğine göre taraf teşkili tamamlandıktan sonra, oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi, ayrıca 19.01.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6099 sayılı Yasanın 16. maddesiyle 3402 sayılı Yasanın 36. maddesine bazı ilaveler getiren 36/A maddesi hükmüne göre kadastro işlemleri sebebiyle açılan davalar nedeniyle yargılama giderlerinden ve avukatlık ücretinden davalı tarafın sorumlu tutulamayacağı hususunun da gözetilmesi gerekmektedir,…” gerekçesiyle karar bozulmuştur.
Direnme Kararı
12. Antalya 3. Asliye Hukuk Mahkemesinin 26.03.2021 tarihli ve 2019/289 Esas, 2021/431 Karar sayılı kararı ile; önceki karar gerekçesine ilâveten; her ne kadar Anayasa Mahkemesi iptal kararının usulî kazanılmış hakkın istisnası olduğu gerekçesi ile karar bozulmuş ise de ilk derece mahkemesinin kararı ile davalı vatandaşların mülkiyet haklarının da korunduğu, dolayısıyla vatandaşın lehine bir durum ortada çıkmışken Anayasa Mahkemesi iptal kararının geriye yürütülmesinin hakkaniyete uygun olmayacağı, mahkemece ilk bozma kararına uyma ile uyma kararı lehine olan taraf açısından usulî kazanılmış bir hak doğduğu gibi bozma gerekçesi dışında kalan davanın reddine dair hususun da kesinleştiği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi
13. Direnme kararı süresi içinde davacı ... Hazinesi vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
14. Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilk derece mahkemesince davanın hak düşürücü süreden reddine ilişkin olarak verilen ilk kararın Yargıtay 1. Hukuk Dairesince sadece yargılama giderlerine hasren bozulması karşısında, bozma kararına uyulmak suretiyle verilen kararın davalı yararına usulî kazanılmış hak oluşturup oluşturmadığı, buradan varılacak sonuca göre 25.02.2009 tarihli ve 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesiyle 3402 sayılı Kanun’un 12. maddesinin 3. fıkrasına eklenen cümlenin ve 3. maddesiyle 3402 sayılı Kanunu’na eklenen Geçici 10. maddenin Anayasaya aykırı olduğuna ve iptaline ilişkin olarak verilen Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 Esas, 2011/77 Karar sayılı kararının eldeki davada uygulanmasının gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
15. Öncelikle kamu malları kavramına ilişkin en açık ve ayrıntılı yasal düzenlemenin yer aldığı 3402 sayılı Kanun'un 16. maddesine değinmekte yarar vardır. Bu maddede "Kamu Mallan" başlığı altında, kamunun ortak kullanımına veya bir kamu hizmetinin görülmesine ayrılan yerler ile Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan sahipsiz yerler hakkında ayrıntılı bir düzenlemede bulunulmuştur. Maddenin (A) bendi kamu hizmetinde kullanılan okul, hastane gibi yerlerin; (B) bendi kamunun yararlandığı mera, yaylak gibi orta malı taşınmazların; (C) bendi Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki kayalar, tepeler, tarıma elverişli olmayan sahipsiz yerler ile deniz, göl, nehir gibi genel sular gibi yerlerin; (D) bendi de Devletin hüküm ve tasarrrufu altında bulunan ormanların, kadastro çalışmaları arasında ne şekilde işleme tabi tutulacaklarını açıklamıştır. Kamunun doğrudan doğruya ortak yararlanmasına veya kullanılmasına doğal nitelikleri gereği açık olan (sahipsiz mallar) veya Devlet ya da kamu tüzel kişisi tarafından kamunun doğrudan doğruya yararlanmasına veya kullanılmasına tahsis edilen (orta malları) veya bir kamu hizmetinin vasıtası olmak üzere tahsis edilen mallara (hizmet malları) kamu malı denir.
16. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “Kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” başlıklı 12. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenleme “Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz” şeklinde iken, 25.02.2009 tarihinde kabul edilen 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin 3. fıkrasına “Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır” cümlesi eklenmiş ve yine aynı Kanun’un 3. maddesi ile 3402 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. madde ile “Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır” düzenlemesi getirilmiş ise de 5841 sayılı Kanun’un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin 3. fıkrasına eklenen cümle ve 3. maddesi ile eklenen geçici 10. maddesindeki hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmuş ve Anayasa Mahkemesince 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 Esas, 2011/77 Karar sayılı karar ile anılan hükümlerin iptaline karar verilmiştir.
17. Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 Esas, 2011/77 Karar sayılı kararında; iptale konu kuralların uygulanması hâlinde kıyı ya da orman niteliğinde olduğu belirlenen alanlar kadastro işlemleri sırasında özel mülk olarak tespiti yapılmış ve kadastro işlemlerinin kesinleşmesinden itibaren on yıldan daha fazla bir süre geçmiş ise bu alanlara ilişkin olarak kamu idaresi tarafından tapu iptali davası açılma olanağının ortadan kalkacağı, böylece kıyı ya da orman alanına dâhil olan bir taşınmaz üzerinde özel mülkiyetin mümkün hâle geleceği, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının (Anayasa) 43. ve 169. maddelerinde temel bir değer olarak çevrenin korunması ve herkesin çevreden eşit şekilde yararlanması hakkını güvence altına almak amacıyla kıyıların ve ormanların devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilerek bu alanlarda özel mülkiyetin yasaklandığı, bu nedenle belli bir sürenin geçmesiyle söz konusu alanlarda özel mülkiyet edinilmesinin olanaklı olmadığı belirtilerek anılan hükümlerin Anayasanın 43. ve 169. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiştir.
18. Anayasanın 153. maddesi uyarınca, Anayasa Mahkemesinin iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamamakta ve ancak Resmî Gazete’de yayımlandıktan sonra yürürlüğe girmektedir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları, idari makamlar, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıktır. Diğer taraftan, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (6100 sayılı Kanun) 33. maddesinde “Hâkim, Türk hukukunu re'sen uygular” şeklinde ifadesini bulan yasal ilke gözetildiğinde; Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının kesin hüküm hâlini almamış derdest dosyalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
19. Bu durumda öncelikle üzerinde durulması gereken husus, yerel mahkeme kararının Yargıtay Özel Dairesince sadece, harç, yargılama gideri ve vekâlet ücretine yönelik bozulmasından sonra, bozma kararının kapsamı dışında kalan kısımların dayanağını oluşturan yasal düzenlemelerin Anayasa Mahkemesinin iptal kararına konu olması üzerine bozma kararına uyulmakla usule ilişkin kazanılmış haktan bahsedilip bahsedilemeyeceği meselesidir.
20. Konuya açıklık getirmek için öncelikle usulî kazanılmış hak kavramı üzerinde durulmasında yarar vardır.
21. “Usulî kazanılmış hak” kavramı, davaların uzamasını önlemek, hukuki alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri hâline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada, mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.
22. Mahkemenin, Yargıtay’ın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usulî kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usulî kazanılmış hak gerçekleşebilir. Ne var ki, davadaki taleplerden biri hakkındaki Yargıtay’ın bozma kararının kapsamı dışında kalması (kısmi onama) ile kesinleşmesi nedeniyle doğan usulî kazanılmış hakkı, maddi anlamda kesin hüküm (6100 sayılı Kanun md. 237) ile karıştırmamak gerekir. Maddi anlamda kesin hükümde, mahkeme (ve Yargıtay) davadan elini tamamen çekmiş (dava bitmiş, kesin biçimde sonuçlanmış) durumdadır. Oysa, davadaki taleplerden biri hakkındaki kararın bozma kararının kapsamı dışında kalması nedeniyle kesinleşmesi hâlinde, mahkeme davadan elini henüz çekmiş durumda değildir. Çünkü, mahkeme hakkındaki karar bozulan taleple ilgili olarak davaya devam etmektedir. Bu davada hakkındaki karar kesinleşmiş olan taleple ilgili olarak (maddi anlamda kesin hüküm nedeniyle değil) usulî kazanılmış hak nedeniyle inceleme yapılamamaktadır. Ancak usulî kazanılmış hakkın istisnalarından birinin varlığı hâlinde, hakkındaki karar bozmanın kapsamı dışında kalması nedeniyle kesinleşmiş olan talep hakkında da mahkemece inceleme yapılabilir ve yeni bir karar verilebilir (Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, İstanbul 2001, Cilt 5, s. 4770).
23. Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usulî kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş olmakla oluşan usulî kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usulî kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilecektir. Bu husus 28.06.1960 tarihli ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararı (YİBK)’nda da “...Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının, temyiz mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya temyiz mahkemesinde bulunan işlere tatbiki gereklidir...” şeklinde ifade edilmiştir. Anayasa Mahkemesi iptal kararlarında da aynı ilke geçerlidir. Zira Anayasa Mahkemesinin iptal kararları usulî kazanılmış hakların istisnasını teşkil ederler (Hukuk Genel Kurulunun 18.10.2022 tarihli ve 2020/8-433 Esas, 2022/1290 Karar; 23.01.2013 tarihli 2012/1-692 Esas, 2013/138 Karar ve 11.02.2020 tarihli 2017/8-1881 Esas, 2020/127 Karar sayılı kararları).
24. Anayasa Mahkemesi de usulî kazanılmış hak kavramına ilişkin olarak, Yargıtay içtihadının kararlı ve yerleşik bir biçimde uygulandığını, bu içtihadın öngörülebilir, belirli ve ulaşılabilir olduğunda kuşku bulunmadığını, dolayısıyla bozma kararı sebebiyle nihai anlamda sonuçlanmış bir karardan söz edilemeyeceğine göre sonradan Anayasa Mahkemesinin iptal kararı gözetilerek karar verilmesinin hukukî belirlilik ilkesi yönünden sorun teşkil etmediğini belirtmiştir (Halil Kadri Buldanlıoğlu ve Necip Buldanlıoğlu, B. No: 2015/10533, 4.4.2018, § 56-63).
25. Yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; her ne kadar mahkemece davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine ilişkin olarak verilen ilk karar, Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 21.06.2010 tarihli ve 2010/3604 Esas, 2010/7223 Karar sayılı bozma kararı kapsamı dışında kalmış ise de hak düşürücü sürenin dayanağını oluşturan yasal düzenleme eldeki dava sonuçlanıp kesinleşmeden Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildiğinden, iptal kararı sonucu oluşan durumun 28.06.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK’da belirtildiği gibi maddi anlamda kesinleşmemiş ve derdest olan eldeki davaya uygulanması zorunlu olup davalı yararına oluşmuş bir usulî kazanılmış haktan bahsedilmesi mümkün değildir.
26. Dolayısıyla mahkemece, tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda yapılan araştırma ve inceleme ile toplanan deliller değerlendirilerek olaşacak duruma göre işin esasının çözüme kavuşturulması gerekmektedir.
27. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında; Anayasa Mahkemesinin iptal kararının geçmişe yürütülemeyeceği, kanunların zaman bakımından uygulanması dikkâte alındığında kamu düzeninden sayılan hak düşürücü sürenin uygulanması gerektiği ve mahkemece yargılamanın her aşamasında dikkâte alınacağı, bunun kazanılmış hakların bir gereği olduğu gerekçesiyle direnme kararının açıklanan bu değişik gerekçe ile onanması gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.
28. Hâl böyle olunca Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulması gerekirken önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
29. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
IV. SONUÇ
Açıklanan sebeplerle;
Davacı ... Hazinesi vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere,
19.03.2025 tarihinde yapılan ikinci görüşmede ve oy çokluğuyla karar verildi.
"K A R Ş I O Y"
Dava, şahıs adına kadastro tespiti yapılan taşınmazın tapu kaydının iptali talebiyle 10.04.2006 tarihinde açılmıştır.
Davanın hak düşürücü süre nedeniyle usulden reddine ilişkin karar Yargıtay 1. Hukuk Dairesince "...mahkemece, 5841 sayılı Yasa hükümleri gözetilerek davanın reddine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Bu yöne değinen Hazinenin temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine.
Ancak, her dava açıldığı tarihteki koşullara bağlıdır. Bir taraf dava açıldığı andaki mevzuata ve içihat durumuna göre davasında haklı olduğu hâlde dava açıldıktan sonra yürüryüğe giren (geçmişe etkili) yeni bir yasa hükmü ya da inançları birleştirme kararı gereğince davayı kaybederse yargılama giderlerinden sorumlu tutulamaz. Anılan bu kural yasal ve yargısal uygulamada kararlılık kazanmıştır. Hâl böyle olunca yapılan uygulama neticesinde dava tarihinde davacı Hazinenin davasında haklı olduğu gözetilerek yargılama giderleri ile avukatlık ücretinden ve maktu harçtan davalı tarafın sorumlu tutulması gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir." gerekçesiyle bozulmuştur.
Bu ilâmın karar düzeltme talebi de reddedilmiştir.
Yerel mahkeme bu bozma ilâmına uyarak, yargılama giderlerinden davalı sorumludur şeklinde karar vermiştir.
Bu kararın da temyizi üzerine Yüksek 8. Hukuk Dairesi, özetle "Davanın reddi ve yargılama giderleri doğrudur. Ancak 5841 sayılı Yasa Anayasa Mahkemesince iptal edilerek 23.07.2011 tarihinde yayınlanmıştır. Bu durum kamu düzenindendir, iptal kararının geriye yürümeyeceği ilkesinin istisnasını teşkil eder." gerekçesiyle tekrar bozmuş, karar düzeltme talebini de reddetmiştir.
Yerel Mahkeme; davanın reddine ilişkin karar kesinleşmiştir. 02.05.2011 tarihinde yapılan iptal, davalılar aleyhine sonuç doğurmaz gerekçesiyle önceki kararında direnmiştir.
Daire ile yerel mahkeme arasındaki uyuşmazlık; Davanın reddi hakkındaki kararın esasına ilişkin kısmının temyiz talebinin ve karar düzeltme talebinin de reddedilmesi üzerine kararın bu kısmının kesinleşip kesinleşmediği, ve Anayasa Mahkemesinin iptal kararının somut uyuşmazlığa uygulanmasının mümkün olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Çözümlenmesi gereken husus; Özel dairece yapılan inceleme üzerine "davanın reddinde bir isabetsizlik yoktur" dedikten sonra kararın fer'îlerine ilişkin bozma nedeniyle esas hakkındaki hükmün kesinleşip kesinleşmediği hususudur.
Eğer, tapu iptal- tescile ilişkin kararın kesinleştiğini kabul edersek Anayasa Mahkemesinin iptal kararının somut uyuşmazlığa uygulanması mümkün olmayacaktır.
Bozma kararına uyulması üzerine bozma dışında kalan hususların diğer taraf açısından usulü kazanılmış hak olacağı hususunda uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Her kuralın bir istisnası olduğu gibi usulü kazanılmış hakkın istisnaları da HGK'nın 01.07.1998 tarihli 4/508-553 sayılı kararında şu şekilde sayılmıştır.
1-Bozmaya uyulduktan sonra görülmekte olan davaya uygulanacak yeni bir İBK çıkması.
2-Bozmaya uyulduktan sonra geçmişe etkili bir kanun çıkması,
3-Bozmaya uyulduktan sonra o konuda uygulanması gereken kanun hükmünün hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptal edilmesi,
4-04.02.1959 tarihli İBK vurgulandığı üzere bozmaya uyulduktan sonra göreve ilişkin yeni bir yasal düzenleme yapılması,
5- Maddi yanılgıya dayalı bozma kararına uyulmuş olmasıdır.
Bu istisnaları belirledikten sonra 3. maddede sayılan istisnanın uygulanabilmesi için hükmün kesinleşmemiş olması gerekir.
Somut uyuşmazlıkta esasa ilişkin hükmün kesinleşip kesinleşmediği tespit edilmelidir.
09.05.1960 tarihli İBK'da " Usule ait müktesep hakkın diğer bir şekli de bazı konuların Yargıtay dairesinin bozma kararının şümulü dışında kalarak kesinleşmesi ile meydana gelen şeklidir." denmektedir ( Baki Kuru 2001 baskı 5. Cilt 4762. S).
Yine 04.02.1959 tarihli İBK'da " bir kararın bozulması ve mahkemenin bozma kararına uyması halinde, bozulan kararın bozma sebeplerinin şümulü dışında kalmış cihetlerinin kesinleşmiş sayılması, davaların uzamasını önlemek maksadıyla kabul edilmiş çok önemli bir usul hükmüdür" denmektedir. Bu içtihada göre bozma kararının dışında kalan hususun kesinleşmesi iki şekilde olur,
a- O husus açıkça bir temyiz sebebi olarak ileri sürülmüş, fakat Yargıtay’ca reddedilmiştir.
b- O hususta bir temyiz itirazı olmamasına rağmen bozma sebebi olabilecekken bozma sebebi yapılmamıştır.
Bu İBK'da açıkça belirtildiği üzere uyuşmazlığın esası hakkındaki temyiz talebi reddedilerek artık bu yön kesinleşmiştir.
HGK'nın 22.04.1999 tarih, 11/290-296 sayılı kararında " bozma kapsamı dışında kalan hususlar kesinleşmiştir" demekte,
20. Hukuk Dairesinin 12.3.1997 tarihli 2211/2818 sayılı kararında da "Bozma ilâmında bozma kapsamı dışında kalan yönlerin kesinleşmiş olduğunun kabulü gerekir" denmektedir.
Usulü kazanılmış hakkın istisnaları sayılırken "Kararın (hükmün) kesinleşmesi"nden bahsedilmektedir. HGK'nın (somut uyuşmazlığa emsal olan 2011/1-293 Esas, 2011/424 Karar, 2011/1-334 Esas, 2011/427 Karar, 2011/1-361 Esas, 2011/390 Karar vd. ) emsal kararlarında ise "Maddi anlamda kesin hüküm" olmadığı müddetçe usulü kazanılmış haktan bahsedilemeyeceği belirtilmektedir. Yine bir talebin bozma kapsamı dışında tutulması, bozma ilâmında hiç bahsedilmemesi ayrı, "davanın reddinde bir isabetsizlik yoktur. Bu yöne ilişkin temyiz taleplerinin reddine" demek ayrıdır.
Karar bozulduktan sonra yerel mahkemece bozma kararı kapsamı dışında kalan hususlarda da bir şekilde farklı bir karar verebilme imkânı varsa bu durumda kararın bu kısımlarının kesinleştiğinden bahsetmek mümkün olmayacaktır. Eldeki uyuşmazlıkta artık davanın esası hakkında farklı bir hüküm kurmak mümkün değildir.
Hükmün esasına ilişkin bu kısmın kesinleştiğini kabul etmezsek, aynı hükmün bir kısmının onanmasına, bir kısmının da bozulmasına karar verilmesi halinde de onanan kısmın kesinleştiğinden bahsedemeyiz. Halbuki bu gibi durumlarda ilâmın kesinleşen kısmı için "kesinleşme şerhi" verilmekte ve infaz edilmektedir. Yine elimizdeki olayda farz edelim dava kabul edilse Yargıtayca kabule ilişkin kararın doğru olduğu belirtilerek bu yöne ilişkin temyiz itirazlarının reddi ile karar fer'îlerinden bozulsaydı davacı da gelerek hakimden kararın esasına ilişkin kısmının kesinleştiğine ilişkin şerh istemesi halinde hakimin yapması gereken yukarıda açıklanan İBK ve Özel daire kararları ile muhtemelen Prof. Dr. Baki Kuru'nun eserine bakacak ve kesinleşme hususunda şüphesi kalmaması nedeniyle bu kısımların kesinleştiğine ilişkin şerh verecekti. Daha da öte bu karar tapuda infaz edilecek belki birkaç kez de el değiştirecekti. Bu durumda da kararın hem madden hem de şeklen kesinleşmediğinden bahsedilemeyecektir.
Bu ilkeler ışığında somut uyuşmazlığa tekrar döndüğümüzde;
- davanın esasına ilişkin talebin reddedildiği,
- bu kararın temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesi tarafından bu husus hakkındaki temyiz talebinin açıkça reddedildiği,
- karar düzeltme talebinin de reddedildiği,
- bu suretle kararın bu kısmının Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararının yürürlüğünden önce kesinleştiği sonucuna varılmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin, 5841 sayılı Yasa'nın bu olaya uygulanması gereken maddelerinin iptaline gelince;
Yürütmenin durdurulması kararı 12.05.2011 tarihinde alınmış, iptale ilişkin karar ise, 23.07.2011 tarihinde resmi gazetede yayınlanmıştır.
Anayasa mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümeyeceği ilkesinin istisnalarının somut uyuşmazlıkta uygulanabilmesi için uyuşmazlığın kesinleşmemiş olması gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 153. maddesinde “İptal kararları geriye yürümez.” hükmü bulunmaktadır. Yine 152. maddede “Ancak, Anayasa Mahkemesinin kararı esas hakkındaki karar kesinleşinceye kadar gelirse, mahkeme buna uymak zorundadır.” hükmünü içermektedir.
Yine mülkiyet hakkını düzenleyen Anayasanın 35. maddesini de gözden uzak tutmamalıyız. 1957 yılından bu yana taşınmaza malik olan davalıların bu hakkını yok sayamayız. Nitekim bu ve benzeri uygulamalar nedeniyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nezdinde bir çok kez mahkum olmuştur. Devlet, taşınmazın kendi hüküm ve tasarrufu altında olan yerlerden olduğunu, bu nedenle özel mülke konu olamayacağını düşünüyor ve 1957 yılında verdiği tapuyu yok sayıyorsa bu açıkça mülkiyet hakkının ihlâli olacaktır. Bu durumda “Hukuk devleti” olan Devletimizin yapması gereken taşınmazı bedeli mukabili kamulaştırmaktır.
Sonuç olarak; yukarıdaki İBK, Anayasanın açık hükümleri ve bilimsel yorumlar ile direnme kararı gerekçesi birlikte değerlendirildiğinde eldeki somut uyuşmazlıkta davanın esası 5841 sayılı Yasa'nın yürürlüğünün durdurulmasından önce kesinleşmiş bulunmakla Anayasa Mahkemesinin iptal kararı geriye yürümeyeceğinden yerel mahkemece verilen direnme kararının onanması gerektiği düşüncesiyle sayın çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılmıyorum.
0544 324 16 34